Helalleşmek Peygamber Ahlakı ve Sünnetidir
Helalleşme, ahirete inananların ve ahiret mahkemesinde hesaba çekilme endişesini taşıyanların eylemidir. Helalleşme, bilerek veya bilmeyerek yapılan hatalardan, işlenen günahlardan pişmanlık duyan, kesin tövbe ile hatasından dönen, mazlumun ahından, Allah’ın azabından ve gazabından korkan erdemli insanların işidir.
Hadis-i Şerifte buyrulmuş:
“İnsanoğlunun hepsi hata yapar, ama hata yapanların içinde en hayırlıları hatasını anlayıp yanlışından dönenlerdir.”[1] Yani, tövbekâr olup Allah’tan af, kullardan da helallik isteyenlerdir.
Helalleşmek, Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (sav) ahlakı ve en önemli sünnetlerinden biridir. Peygamberimiz, ayakta duramayacak kadar hasta olduğu günlerde bir taraftan Hz. Ali’ye, diğer taraftan da Fazl bin Abbas Hazretlerine dayanarak güçlükle ayağa kalktı ve Mescid’e gitti. Mescid, hıncahınç insan doluydu.
Rasûlullah (sav) Efendimiz, Allah’a hamd ve senadan sonra Ashabına şöyle seslendi:
“Ey insanlar! Sizden ayrılma zamanım oldukça yaklaşmış bulunuyor. Şimdiye kadar sizden her kime vurmuşsam, işte sırtım gelsin, vursun. Sizden her kimin malını almışsam, işte malım gelsin alsın. Sakın alacaklı olan hak sahibi: Eğer hakkımı isteyecek olursam, Rasûlullah benden gücenir, diye düşünmesin. Bilmelisiniz ki, benden hakkını isteyene darılmak benim karakterimde yoktur. Benim yanımda en sevimliniz, hakkı varsa, gelip benden onu isteyen yahut hakkını helal edendir. Ben Rabbimin huzuruna üzerimde kul hakkı olmadan gitmek istiyorum.”
Bir anda ortalığa hazin bir sessizlik çöktü. Rasûl-ü Ekrem Efendimiz sözlerini tekrarladı: “Ey insanlar! Kime vurmuşsam, işte sırtım, gelsin vursun. Kimin malını almışsam, işte malım, gelsin alsın!”
Bu ısrar karşısında cemaatin içinden biri ayağa kalktı:
“Yâ Resûlallah! Sizden üç dirhem alacağım var.” dedi. Peygamber Efendimiz, “Ben bu hususta hiç kimseyi yalanlamam ve hiç kimseye ‘yemin et’ diye bir teklifte de bulunmam. Ancak bu üç dirhemin zimmetime nasıl geçtiğini öğrenmek isterim!” buyurdu. Ayağa kalkan zât,
“Yâ Resûlallah! Bir defasında huzurunuza bir fakir gelmişti. Bana fakire üç dirhem vermemi emretmiştiniz. Ben de vermiştim. İşte bu istediğim, o üç dirhemdir.” dedi. Peygamber Efendimiz, “Doğru söylüyorsun.” dedikten sonra, “Ey Fadl! Buna üç dirhem ver.” buyurdu.[2]
Peygamberimizin güzel ahlakını örnek alan Hazret-i Osman (ra), her nasılsa bir gün hizmetçisinin kulağını çeker. Bir müddet sonra yaptığının hata olduğunu anlar, hiç zaman kaybetmeden yanına gider ve:
“-Sen de benim kulağımı çek!” der. Hizmetçisi, Efendisinin kulağını edeben hafif çeker.
Hazret-i Osman’ın:
“–Ben daha çok çekmiştim; biraz daha sert çek de beni âhiret vebâlinden kurtar!” demesi üzerine, o gönlü uyanık hizmetçi:
“–Ey Halîfe! Daha fazla çekersem bu sefer de ben size borçlu kalırım!” cevâbını verir ve helâlleşirler.[3]
Helalleşmeden ahirete gidenlerin halini Peygamberimiz (sav) hadislerinde şöyle dile getirir:
“Benim ümmetimden müflis o kimsedir ki, kıyamet gününde namaz, oruç ve zekât gibi salih amelleri ile gelir. Ama bunun yanında şuna sövmek, buna iftira etmek, onun malını yemek, ötekini dövmek, berikinin kanını akıtmak gibi haksızlıkları ve çirkin amelleri de vardır. Bu durumda bu insanın sevabından bir kısmı alınır, haksızlık yaptığı kimselere dağıtılır. Üzerindeki kul hakları ödenmeden önce hasenâtı (sevapları) tükenirse, onların günahlarından alınıp, buna yüklenir ve sonra cehenneme atılır.”[4]
“Kıyamet gününde bütün haklar sahiplerine verilecektir. Hatta boynuzsuz koyunun hakkı boynuzlu koyundan kısasla alınacaktır”[5]
“Ödeme gücü olan zengin kişinin, ödemeyi ertelemesi zulümdür.”[6]
“Kul hakkı hariç, Allah Teala, şehîdin, bütün günahlarını bağışlar.”[7]
Şu kul hakkı günahının büyüklüğüne bakın ki, şehitlik mertebesi bile, kul hakkı günahını bağışlatamıyor. Sevgili Peygamberimiz (sav), cenâze namazı kıldıracağı zaman, mevtânın üzerinde kul hakkı olup olmadığını sorar, ölenin borcu ödeninceye kadar cenâze namazını kıldırmazdı.[8]
Hz. Peygamber’i (sav) örnek alan insanlar, bu helalleşme sünnetini asla musalla taşına bırakmamışlar, hayatta iken bizzat kendileri icra etmişlerdir. Keşke herkese bu iman ve ahlak hakim olsa da herkes ölmeden önce bunu yapabilse. Herkes bunu yapsa ne olur? O zaman ne kimse kimseye haksızlık yapar ne de dünyada kavga, kaos, kriz kalır. Dünya adeta bir cennet olur. “Kul hakkı yemenin daha tehlikeli bir çeşidi de, toplumun ortak hakkı olan devlet ve vakıf mallarını haksız yere gasbetmek veya uygunsuz bir şekilde kullanmaktır. Bu haksızlık daha tehlikelidir. Çünkü sonunda pişman olunsa bile helâlleşecek bir muhâtap bulmak mümkün değildir. Zira o mallarda herkesin hakkı vardır.[9]
Görülüyor ki: Kul hakkı, kişinin Cennet ya da Cehennem’e gidişinde önemli ölçüde belirleyici bir rol oynamaktadır. Allah’ın huzuruna kul hakkı ile çıkmanın, çok ağır bir vebâli vardır. Çünkü böyle bir günahın Allah tarafından bağışlanması, hak sahibinin affetmesi şartına bağlanmıştır. Hak sahibi, hakkını almadıkça veya bu hakkından vazgeçmedikçe, Allah kul hakkı yiyenin bu günahını affetmemektedir. Çünkü ilâhî adalet, bunu gerektirir.
Veda hutbesinde Resûlullah (sav), “Ey insanlar, sizin canlarınız, mallarınız, ırz ve namuslarınız, Rabbinize kavuşuncaya kadar birbirinize haramdır (dokunulmazdır).”[10] buyurmuştur. Buna göre, gasp, hırsızlık veya izinsiz alma gibi yollarla elde edilen haram para veya mal, sahipleri biliniyor ise kendilerine yahut mirasçılarına, bilinmiyor ise fakirlere veya hayır kurumlarına onların adına sadaka olarak verilmelidir. Ayrıca, yapılan bu kusurlardan dolayı da Allah’tan af ve mağfiret dilenmelidir.Gıybet ve iftira gibi hak ihlallerinde ise en doğrusu, gıybet eden ve iftira atan kişi, gıybetini yaptığı ve iftira attığı kişiye durumu anlatıp helalleşmek istemelidir.”[11]
Çeşitli sebeplerden dolayı, buna imkân bulamayan kişi, önce kendi adına tövbe etmeli, sonra da hak sahibi adına istiğfarda bulunmalı, dua ederek ya da hayır hasenat yaparak sevabını haksızlık ettiği kişiye bağışlamalıdır. Bu iyi niyetli hamleler ve çabalar, belki o zaman ancak haksızlık yapanın günahlarına keffaret ve kurtuluşuna vesile olur.
Eğitimci Yazar Dr. Vehbi Karakaş‘ın kaleminden